#116 Dancer in the Dark - 2000


Yönetmen : Lars Von Trier

Björk, Catherine Denevue, David Morse


Karanlıkların yönetmeni Lors Von Trier’in duygulara ve insanlara küfür gibi filmi Dancer in the Dark.

İzleyeceksiniz moraliniz bozulacak, hatırlayacaksınız moraliniz bozulacak, tam boğazınıza oturup kalacak acı. Bir müzikal filminin nasıl bu kadar büyük bir acıya gebe olacağını soracaksınız kendinize. Film bunları yaparken de kendisine sert bir çelme takacak zaten “Müzikallerde korkunç bir şey olmaz” diyerek.

Bjork belki de dünya üzerine kendine oturabilecek tek rolü bence harikulade oynarken, basit ve alelade bir hikayenin bu kadar muhteşem bir dram-müzikale dönüşmesi karşısında Lors Von Trier’e şapka çıkaracaksınız.



Korkan ve saklanan acemi bir annenin, bütün çabasını çocuğuna yoğurmasını ve hiç kimseye güven duymadan nispi bir rahatlıkla yaşamasını izlerken her şeyin tepetaklak olmasını göreceksiniz. Yanlış ve zamansız bir güven duygusu neden olacak bu duruma. Filmin en büyük zehiri burada. “Güven” duygusuna saldırı, insana saldırı, insanın duygularına saldırı, net bir şekilde. Lors Von Trier bu sert saldırının dozajını “Dogville” filminde de giderek arttıracaktır.

Buradan bir yol bulalım ve hemen Lors Von Trier’in Amerikan anlayışına savaşı somutlaştırdığı birkaç örnek verelim. Salma’yı güya sahiplenen ev sahibi, Amerikan ailesi tipine bakalım. Para ve gösteriş meraklısı bir kadın, para ve gösteriş meraklısı kadını elinden kaybetmemek için her tür pis işe girişebilecek kanun adamı bir koca. Salma’nın Çekoslavakya kökleri açılınca jurideki “Komünizm” korkusunun büyüklüğü. Dancer in the Dark ile Dogville bu çerçevede birbirinin aynı olan iki film. Lors Von Trier,  Dancer in the Dark ile düzene nasıl vuracağını iyi anlamış, Dogville ile beraber de Trier şiddetini en üst noktaya çıkarmış. Gerçi şunu da not etmek lazım; yönetmenin savaşı esas olarak Amerikan anlayışına da değil, komple insanlığa karşı bir savaş. Amerikan modelini ele alıp somutlaştırması, dünyanın diğer tarafına güzel baktığı anlamına gelmiyor.

Filme dönecek olursak; Bjork yani Salma bir sarmalın ortasında kalan çaresiz bir anne, gözleri görmeyecek derecede kötü ama sözlerle ve müzikle ayakta kalmaya çalışan bir müzikal tutkunu genç kız aynı zamanda. İhanete uğrayan bir dost, çaresiz bir mahkum. Çok klişe değil mi sizce de? İşte tam bu noktada yönetmen devreye giriyor ve hiç izlemediğiniz bir film çekiyor bu klişe senaryoyla.

Filmlerin son sahnesini sevmem çünkü kamera giderek yükselir, çatıdan çıkacak gibi olur ve sen de biteceğini anlarsın. Bundan nefret ederim. Küçük bir kızken hile yapardım. Çekoslovakya'da son sahne başlamadan önce sinemadan çıkardım ve film sonsuza dek devam ederdi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder